Bazı filmler vardır, fragmanıyla sizi gaza getirip kendisiyle hayal kırıklığına uğratan. Waiting for the Barbarians tam olarak bu sıfata laik olmasa da seyircinin damağında bıraktığı olmamışlık hissiyle heves kırıyor.
Şu anda okuduğunuz bu incelemede oldukça fazla spoiler bulunmaktadır. Başlayalım…
Filmin kendine ait bir ezgisi var ve bu ezgi filmin ilk kırk dakikasında o kadar güzel işleniyor ki, ister istemez ‘’İşte bu!’’ diyorsunuz. Olayların akışı, karakterler, mekanlar ve tonlar uzun zamandır hasret kaldığımız bir hikaye anlatımına sahip. Hele ki olayların ilerleyişini görünce heyecanla koltuğumuzda kıvranıyoruz. Yalnız tüm bu ezgilerin sesi giderek kısılıyor, kısılıyor ve filmin sonuna geldiğimizde artık duyulmaz oluyor. Waiting for the Barbarians’ın aslında çok çarpıcı bir meselesi var. Barış nedir? Savaş nedir? Ve savaş ile barışın arasındaki DÜŞMAN kimdir?
İmparatorluğun çöl iklimi ile bezeli yerleşkelerinden birinde hakimlik yapan Mark Rylance (filmde hakimin ismine yer verilmemesi adeta Mark’ın oynadığı karakterin nizam çizgisinde genelleştirildiğinin bir göstergesi) adaleti gözeterek kurduğu köy hayatında emekli olacağı günü beklemektedir. Daha öncesine kadar göçebelerle bir sıkıntı yaşamamış olan köy halkı, Albay Joll’un gelmesiyle birlikte yeni bir düşman edinir ama kendilerini kurtarıcı ilan eden imparatorluk askerleri köy halkına barıştan çok savaş getirir.
Waiting for the Barbarians‘ı bu kadar özel yapan da oyuncularından ziyade -ki oyunculara da değineceğim- kendine görev edindiği kadim konusu. Huzur dolu topraklara kahraman maskesi altında gelen işgalciler, filmin başında o kadar güzel işleniyor ki izleyici zaten leb demeden leblebiyi anlıyor ama dedim ya size ezgi giderek soluyor. Film aynı mesajı hem diyaloglarla hem de olaylarla defalarca kez verince artık bir bunalma geliyor. Bu öyle bir bunalma ki 1 saat 52 dakikalık film oluyor size üç saat. Filmde aynı şeyi defalarca kez tekrarlamak yerine ya filmin süresi kısılabilirdi ya da başka konulara ağırlık verilebilirdi. Özellikle karakterlere çünkü gerçekten harikulade tiplemelere sahip.
Johnny Depp‘i o gözlüklerinin yanında içi dolu daha fazla kelam ederken görseydik eminim ki Albay Joll, Johnny‘nin efsanevi karakterlerinden biri olacaktı. Robert Pattinson ise tek kelimeyle muazzam. Kötü adam rollerini ne hikmetse ona pek yakıştırır oldum ama o da Johnny ile aynı kaderi paylaşmaktan kaçamıyor. Tempo kaymaları filmdeki karakterleri teker teker harcıyor. Hakim’in naif ruhu giderek pasifliğe dönüyor. Subay Mandel (Robert Pattinson) sadece nefretiyle sınırlı kalıyor… Waiting for the Barbarians‘ı bu kadar eleştirmemin asıl nedeni, bana başlangıçta yaşattığı umut ışıklarını tek tek söndürmesi.
Filmde en etkilendiğim anlar ise hakimin ”kızın” ayağını yıkayıp uykuya dalmasıydı. Adeta yaşanılan vahşet adına bir kefaretti. Yalnız sessizliğin bedelinin ağır ödendiği bir gerçek. İmparatorluk askerleri yavaş yavaş şiddetin dozunu arttırdıkça her şey geri dönülemez bir şekilde yıkıldı, ki film bunu gerçekten iyi yansıtıyor. Savaşı başlatanlar savaşı devam ettiremiyor tabii. Filmin sonu -gelişme kısmında bunun temelini iyice atamasalar dahi- yaratılan hayali düşmanı gerçek bir düşman kılıyor. En azından nasıl düşman edilir sorusunu çok iyi cevapladığını söyleyebiliriz. İmparatorluk askerlerinin giderken, ”korumaya geldikleri” bölge halkını yağmalamaları ise oldukça vurucu.
Waiting for the Barbarians bir garip zaman algısına ve kötü yöndeki değişimine rağmen iyi yerlere değinen ve sanırım hangi zaman diliminden izlenirse izlenilsin kişiye etrafına dönüp baktığında aynı hikayeyi görmesine neden olabilecek bir film.