Hayatı binlerce filme, diziye ve yazıya konu olmuş güzeller güzeli Prenses Diana bu sefer Kristen Stewart‘lı Spencer filmi ile karşımıza çıkıyor. 2021 yılına damgasını vuran filmlerden biri olan Spencer merakla bekleyen hayranları etkileyici bir şekilde karşıladı ve izleyenleri ikiye ayırarak vizyona iddialı girişini yapmış oldu. Kiminin Diana aşkıyla girip hayal kırıklığıyla salondan ayrıldığı kiminin ise bu aşkın üstüne daha da fazla sevgi kattığı filmi gelin birlikte inceleyim.
Spencer Film İncelemesi: Prenses Diana’nın Mutsuz Günleri
Spencer, Prens Charles ile evli olan Prenses Diana‘nın 1991 yılında Kraliyet ailesi ile Sandrigham Köşkü‘nde geçirdiği birkaç günlük Noel tatilini anlatıyor. Filmin bize göstermek istediği temel konu dışarıdan her şeyin yolunda gözüktüğü şaşalı yaşamında Prenses Diana‘nın aslında ne kadar mutsuz ve depresif bir ruh hali içinde olması. Tabii filmin başlangıcında bütün bunlar gerçek hayattan uyarlanan bir trajedi diyor ama :) Filme henüz gitmeyenler için belirtmek gerekir ki Diana‘nın bütün hayat hikayesi ele alınmamış. Yani çocukluğundan ölümüne kadar olan süreci izlemek için gidenler hayal kırıklığına uğrayabilirler.
İncelemeye başlayacak olursak tabii ki ilk bahsedeceğim şey Kristen Stewart oyunculuğu. Kadının üzerine sülük gibi yapışan ve bir türlü insanların aklından çıkaramadığı Twilight filmindeki Bella Swan rolü bu sefer unutturuldu mu dersiniz? Hem de nasıl unutturuldu bir bilseniz. Kristen Stewart bize beklediğimizden de iyi bir Diana verdi. Prenses Diana‘nın o depresif ruh hali, kendine karışıldıkça artan mutsuzluğu oyuncu tarafından seyirciye çok iyi aktarılıyor. Mimiklerini ve vücut dilini kullanışı izlerken benim bile ruhumu daralttı, düşünün o derece iyi oynamış. Fakat belirtmem gerekir ki gözleri ile yaptığı dramatik bakışlar ki bu bakışları bazı sahnelerde fazlasıyla yaptı, bazen bana ”Gerçekten bu kadarına gerek var mıydı?” dedirtti. Tamam üzgünsün anlıyoruz zaten bize hissettirmek istediğin o ama biraz fazla ”Bakın! Ben üzgünüm, anlamadıysanız haberiniz olsun.” havası vardı. Bu küçük detay dışında Diana‘nın çökmüş olan ruh halini ve darmadağın duygularını Kristen Hanım bütün yeteneğiyle bize aktarıyor. Paragrafı bitirirken ”Lütfen biri şu kadına Oscar’ını versin artık!” diye bağırmak istiyorum. Buradan Emma Corrin‘e de selam çakmazsak ayıp olur çünkü kendisi The Crown dizisinde başarılı bir genç Lady Diana verdi bize. Hatta Kristen Stewart alınmasın ama benim favori Galler Prensesi canlandırmam Emma Corrin‘e ait.
Senaryo üzerinde durmayı çok sevmem ama söylenmesi gereken birkaç şey olduğunu düşünüyorum. İnsanların ikiye ayrılmasını sanki biraz anladım, size de açıklasam fena olmaz. En başta söylediğim gibi senaryonun odağı tamamen Diana‘nın birkaç günlük mutsuz iç dünyası. Bütün odağımız bu yani. Gerek Prens Charles olsun, gerek Queen Elizabeth olsun, gerek Prens William ve Prens Harry olsun filmde çok az yer alıyorlar. Belirli bir sahne süreleri var tabii ama odak dediğim gibi tamamen Diana‘da. Giderek artan yeme bozukluğu, katı kurallar altında yaşaması ve özgür olmaması, psikolojik sıkıntıları gibi birçok konu ele alınılmış. Kullanılan diyaloglar ve kurulan cümlelere ise bayıldım. Yanımda kağıt kalem yoktu, not alabilsem birkaçını not almaya çalışırdım. Eğer yönetmenimiz Pablo Larrain‘in ve yazarımız Steven Knight‘ın amacı ruhsal bir çöküşü bize aktarmak ise tebrik ediyorum bunu başarmış. Üstelik sadece 3-4 günü anlatarak. Bana kalırsa filmi beğenmeyen kişiler filmde Diana‘nın evlilik anından ölüm anına kadar geçen süreci izlemek istedi. Bu kadar az şey elde edince de filmi beğenmediler. Bu da film eleştirilerinde olumsuz yorumları arttırmış olmalı. Kısaca anlayın ki film tamamen prensesin depresif geçen birkaç gününe odaklanıyor. Gittikten sonra mutsuz çıkıp beni sinirlendirmeyin.
Gelelim Prenses Diana‘nın gündemlerden düşmeyen bir diğer özelliğine: Göz alıcı kıyafetleri. Jacqueline Durran ablamızın ellerinden öpüyor ve ona sevgilerimi gönderiyorum paragrafa başlamadan. Bize o kadar güzel Diana görünümleri vermiş ki izlerken her kıyafete ”İşte bu!” dedim. Hem resmi törenlerdeki takım elbiseleri, hem özel günler için olan birbirinden şık elbiseleri hem de günlük hayatta giydiği spor kıyafetleri olsun hepsine gözlerim parlayarak ağzım açık baktım. Gerçek hayattaki prenses ne kadar etkileyici giyiniyorsa filmdeki de o kadar iyi giyiniyor. Bunun içine başarıyla yapılan saç ve makyaj, aynı zamanda bütün bunları taşıyan güzeller güzeli Kristen Stewart girince film bitene kadar keyifle Galler Prensesi‘nin oradan oraya koşuşturmasını izliyorsunuz.
Biraz da müziklerden mi bahsetsek. Arkadaşlar sevinerek söylüyorum ki müzikler beni baydı. Evet doğru okudunuz, sevinerek söylüyorum bunu. Neden mi? E filmde depresif bir hava yakalanmak istenmiş mi? Aynen öyle istenmiş. Müzikler de senaryonun, oyunculukların ve konu akışının o ağırlığına uyum sağlayarak Prenses Diana’nın geçirdiği süreci aktarmada başarılı bir şekilde yerleştirilmiş filme. Gerçeği itiraf etmek gerekirse birkaç sahnede fazlasıyla müziği uzatarak bayma sürecini uzatmışlar gibi geldi bana. Oflamış olabilirim o sahnelerde. Hangi sahneler onlar biliyor musunuz? Kristen Stewart‘ın uzun uzun acıklı bakışlar attığı sahneler. Müzik ile birleşince biraz fenalık geçirtti bana. Fakat istedikleri noktaya ulaştıkları için beğendiğimi düşünmeye devam edeceğim. Not: Finalde çalan parça Mike & The Mechanics grubunun All I Need Is A Miracle isimli şarkısı. Ben beğenmiştim, eğer bulamayanlar olursa benden hediye olsun.
Filmde en çok dikkatimi çeken özelliklerden birini size söylemezsem bu yazıyı bitiremem. Film boyunca ekranda resmen bir Snapchat filtresi vardı. Evet, biliyoruz, film dönem filmi yani eski zamanlarda geçiyor. Fakat bunu belirtmek için görüntüyü çok da değiştirmeye gerek yok bence. Bütün sahnelerde dikkatim filtreye ya da ekrandaki şey her ne ise ona kaydı. Gerçekçi yapalım derken yapaylığı gözümüze sokarak farkında olmadan gerçekliği biraz kaybetmişler bence. Renk tonları, insanların ve nesnelerin görüntüsü üzerinde de değişik bir etki bırakmış. Bu durum belki bazılarınızın hoşuna gidebilir dostlarım ama ben bir tık rahatsız oldum. Belki de gittiğim sinemanın perdesinde bir sıkıntı vardı da ben burada boşa sallıyorum.
Biliyorum bu yazı biraz uzadı ama izleyiciyi aşırı etkileyen birkaç sahneden bahsetmezsem rahat uyuyamam. Özellikle inci kolye üzerinde durulan iki sahne izleyiciyi ekrana kilitleyen önemli sahnelerden ikisiydi. Kristen Stewart‘ın inci kolyeyi parçalayıp tanelerini çorbasıyla birlikte içmesi Prenses Diana’nın acı içindeki yeme bozukluğuna gönderme yapmakta ve bu acı verici durumu bize çok iyi aktarmaktaydı. Aynı zamanda kolyeden kurtulduğu sahnede de bize derin bir oh çektirerek sanki eşiyle arasındaki bütün bağı koparmış hissi verdiriyordu. Çılgınlar gibi koşup dans ettiği birkaç dakikalık bir sahne var ki o anlar da aynı şekilde sanki ruhunu özgür bırakmış özgür bir kadını sembolize ediyordu. Giderek artan halüsinasyonlar ve bunun yanında artan düzensiz kusmalar ile ardından gelen aşırı yeme hissi gibi sahneler de son olarak aklımda kalan önemli sahnelerden ikisiydi. Onunla birlikte korktum, onunla birlikte mide fenalıkları geçirdim adeta.
Benim gözlemlerim bu yönde dostlarım. Çok detaylı bir Prenses Diana filmi beklentisiyle izlemediğiniz sürece gayet başarılı bir psikoloji filmini izleyerek salondan ayrıldığınızı fark edeceksiniz. Hadi durmayın izleyenler. Sizin de yorumlarınızı okumak isteriz, aşağıda bizimle paylaşırsanız çok seviniriz!