Koşun dostlarım koşun. 2021, sonlanmadan bize The French Dispatch adlı harika bir film sundu! Siz de benim gibi güzel bir film izleyerek 2021’i kapatmak istiyorsanız The French Dispatch bunun için çok iyi bir seçim. Büyük oyuncu kadrosu ve dikkat çekici görselleri ile ön gösterimlerinden itibaren büyük bir kitle tarafından konuşulan filmi sizler için izledik. Gelin hep birlikte yapımın detaylarında boğulalım.
The French Dispatch Film İncelemesi: Dev Kadrolu Görsel Şölen
The French Dispatch ülkemizde Fransız Postası adıyla vizyona girdi ve adından da anlayacağınız üzere düzenli bir yayın hayatı olan bir gazeteyi anlatıyor. Paris şehrinde Amerika’ya ait bir gazete bürosunda çalışan gazetecileri anlatan filmde son sayısı hazırlanan gazetenin içerdiği üç hikayeye odaklanılıyor. Resmi anlatımı bırakıp size konuyu daha iyi açmak istiyorum. Biliyorsunuz ki dergilerin ve gazetelerin ayrı başlıklara ayrılan ve bu başlıkların uzun uzun bahsedildiği sayfaları var. Mesela spor, magazin veya yemek gibi. French Dispatch isimli bu yapım tamamen bir gazeteyi anlatma amacıyla bize bu sayfaları aktarıyor. Film üçe bölünmüş ve gazetede yer alan üç farklı kategoriden birer hikaye bizlere sunulmuş. Yani anlayacağınız tek bir gazete anlatılsa da üçe bölünmüş bir hikaye var elimizde.
Bu üç hikaye üzerinde durmadan önce sizlere film hakkında bahsetmem gereken daha önemli bir konu var. Bu konu gözlerimi bir kez bile ekrandan ayırmamama sebep olan görüntüler. Şöyle söyleyebilirim ki film başlangıçlarında telefonuyla oynayan biri olarak bu sefer telefona bakamadım. Görüntü yönetmeni Robert D. Yeoman ağabeyimizi saygı ve hayranlıkla selamlıyor ve ”Sen ne yaptın?!” demek istiyorum. Tabii aynı şekilde filmi yöneten Wes Anderson‘ı da tebrik etmek isterim çünkü yapımın bu yönünün bu derece iyi olmasında kendisinin de emekleri fazlasıyla bulunmakta. Peki ne bu kadar övdüğüm şey? Filmde öyle bir renk uyumu var ki ekrana girip sahnelerin içinde kaybolmak istiyorsunuz. Eski neslin alışık olduğu siyah-beyaz teması yapımın neredeyse yarısına hakim. Geriye kalan yarısına ise özellikle sarı, mavi ve yeşilin ağırlığını koyduğu sıcak tonlar hakimdi ki gözleri fazlasıyla doyuran bu renkler içinizi huzurla dolduruyor. Bunların yanında dikkat çeken diğer görsel özellik kamera açıları. Özellikle benim gibi obsesif ruhlu kişilerin fazlasıyla hoşuna gidecek kamera açıları, belirli düzene oturtulmuş nesneler, birbirleriyle uyum içinde ilerleyen sahneler size derin bir oh çektiriyor. Ben daha yazıp överim de bu yazının özgün olması gerek demi, burada bırakayım bu konuyu.
Şimdi gelelim konu ve senaryoya. Konu aktarılmak istendiği gibi aktarılmış o yüzden yorum yapacak bir durum olduğunu düşünmüyorum. İlk paragrafta da belirttiğim gibi size bir gazete ya da dergi sunulmak istenmiş, bütün başlıklarıyla düzenli bir şekilde de sunulmuş, o zaman başarılı bir iş çıkarılmış diyebiliriz. Senaryo hakkında bir şey diyecek olursak özellikle üzerinde durulan üç hikayede de çok farklı konular üzerinden mesajlar iletilmek istenmiş. Birinde modern sanat, bu türün zamanında ne kadar sömürüldüğü ve sanatçılara nasıl bir gözle bakıldığı anlatılırken, birinde geçmiş yıllardaki Avrupa’da öğrenci protestoları ve bu protestoların başındaki genç ile kendisinden yaşça büyük öğretmeninin ilişkisi anlatılmakta. Üçüncü hikaye ise bir çetenin, polis memurunun oğlunu kaçırmasını konu ediniyor ki burada da birkaç siyasal ve politik gönderme vardı bence ama konulara o kadar hakim olmadığım için emin olamıyorum. Bu hikayeler kendi başına film olabilecekken, kısa sürelere sıkıştırılmış ama aceleye gelmiş havası bence yoktu. Verilen sürede aktarabilecekleri en iyi şekilde aktarmışlar. Film süresi de bu senaryo ve konu bakımından yeterli bir süre çünkü belirli bir konu akışı olmayınca bazı insanlar sıkılıp salonu terk edebiliyorlar.
Hazırsanız benim en dertli olduğum konuya geldik. Harika oyunculara sahip olan dev bir kadro bize kendilerini bu kadar az mı göstermeliydi? Hem de bazıları resmen yüzlerini gösterip kayboldular bir anda. Bu kadar sevilen ve büyük bir isim haline gelmiş oyunculara bu kadar az sahne süresi verilmesi benim moralimi bir tık bozdu. Özellikle Owen Wilson‘ı daha çok görmek isterdim. Bu dev kadroyu merak edenler için üşenmiyorum ve hepsini teker teker sayıyorum. Tilda Swinton, Bill Murray, Owen Wilson, Adrian Brody, Frances McDormand, Benicio del Toro, Jeffrey Wright, Timothee Chalamet, Lea Seydoux, Saoirse Ronan, Willem Dafoe, Mathieu Amalric, Steve Park… Adını yazmayı unuttuğum herhangi bir başrol varsa özürlerimi sunuyorum ki bu kalabalıkta kaçırmış olma ihtimalim var. Oyunculular hakkında bir yorum yaparsam çarpılırım gibi geliyor. Hepsi birbirinden başarılı olan bu oyuncular, bu yapımda da rollerinin hakkını vererek oynamışlar. Tek istediğim sahne sürelerinin uzun olmasıydı ama hikaye sebebiyle onları az görmüş olmamız daha mantıklı olmuş. Bu paragraf bitmeden söylemeliyim ki filmde The End of the Fucking World dizisinin yıldızı Alex Lawther da yer almakta. Ben izlerken görünce şok oldum. 2 dakikada o da kayboldu zaten, kuzumun değerini bilin beni sinirlendirmeyin.
Müzik hakkında yorum yapabilmeyi çok isterdim ama filmden müziğe dair hatırladığım küçücük bir şey bile yok. Şarkılar üzerinde durulmadığını düşünüyorum ki en doğru karar olmuş çünkü bu filme aralarda şarkı girmesi gitmezdi. O yüzden gelin biz sizinle saç, makyaj ve kostüm konuşalım. Bu saydığım üç madde de her hikayenin kendi temasına göre ayarlanarak oyuncular üzerine başarılı bir şekilde aktarılmış. Özellikle ilk kısımlarda bahsettiğim renk uyumu yine bu kategoride de karşımıza çıkıyor. Arkadaki temada nasıl bir renk varsa kıyafetler de ona göre ayarlanmış ve bir bütünlük oluşturulmuş. Saç ve makyajlar da aynı şekilde yerlerini almış ama bir şikayetim var. Buradan sevgili Timothee Chalamet kardeşime sesleniyorum. Aslında yalvarıyorum da denebilir. Lütfen ama lütfen bir daha bıyık bırakma. Biliyorum rol icabı ama bıyığı ilk defa birine bu kadar yakıştıramadım, sizin de düşüncelerinizi merak ediyorum bu konuda aşağıda dedikodu yapmaya beklerim. Tekrar söylüyorum güzelim yüzünle oynama Chalamet.
Sevgili okurlarım veya okumayıp da yazım önüne düşenler ben elimden geldiğince öznel olmaya çalıştım ama galiba bu yazıyı öznellikle bitireceğim. Daha önce adını The Grand Budapest Hotel, Fantastic Mr. Fox ve Isle of Dogs gibi filmlerle sıkça duyduğum ve ısrarla filmlerini izlemediğim Wes Anderson beni büyüledi. Her ne kadar bütün olarak baktığımda 10/10 bir film diyemesem de ben French Dispatch filmini çok beğendim. Tabii gitmeyenler için belirtmeliyim ki fazlasıyla sanatsal bir film. İçerisinde bir aksiyon ya da bir hareketlilik isteyenler beğenmeyebilirler benden söylemesi.
Yine de bir şans verip salonlardaki boş koltuklarını doldurarak beni ve yapımcıları mutlu etmenizi bütün gönlümle isterim. E izleyip okuyanlar peki siz ne duruyorsunuz? Aşağı gelip yorumlarınızı yazsanıza. Gelin de Timothee beyin bıyıklarının dedikodusunu yapalım.