Bugün bu yazıda 90’lı yılların sonunda başlayan ve hem sinema tarihinin hem de bilim kurgu türünün mihenk taşlarından biri olan The Matrix serisindeki filmleri analiz etmek ve bu yılın sonunda çıkacak olan yeni film The Matrix: Resurrections öncesi bir genel bakış oluşturmaya çalışacağım. Baştan söyleyeyim, filmleri kendi bakış açımdan ele alacağım o yüzden yazıda hem öznel bir anlatım yapacağım hem de kendi sinema kültürü seviyem çerçevesi içerisinde değerlendireceğim.
The Matrix – Kişisel Ve Felsefi Bir Hikaye
Yaşım gereği ilk filmi çıktığı zamanda izlemem olası olmadığı için sinemaya ilgi duymaya başladığım dönemlerde izlemiştim. Bu ilk izlememde filmin o kadar da iyi olmadığını düşünmüştüm. Tabi o zamanlarda sinemaya karşı bakış açım şimdi olduğu kadar derinlemesine değildi ve serinin diğer filmlerini izlememiştim. İlerleyen yıllarda bakış açıp geliştikçe filmi tekrar izlediğimde bambaşka hisler uyandırdı. The Matrix filmini birkaç yönden ele almaya çalışmak daha doğru olur diye düşünüyorum.
Temelde birkaç basit konsept üzerine kurulu bir hikaye var aslında. Gelecek yıllarda teknoloji gelişmiş ve yapay zekalar gitgide gelişmiş ve günün birinde bu makineler kendi bağımsızlıklarına kavuşup insanlarla karşı karşıya gelmişler. Bu baktığımızda bilim kurgu türü içerisinde yaygın görülen bir hikaye taslağı diyebiliriz. The Matrix’in bu taslağı titiz bir gizem içerisinde ilmek ilmek örerek kullandığını söyleyebiliriz. İzlerken geleceğe bu yönden bir bakış atabiliyoruz ve bu o kadar güzel sunuluyor ki bu yaşananlar o kadar da ütopik hissettirmiyor.
Yine hikayenin temel unsuru olan bir mesih (kurtarıcı) ana karakterimiz Neo. Birçok türde gördüğümüz seçilmiş kişi ana karakter konsepti The Matrix’in yapıtaşlarından biri. Filmin bunu sunuşu da bir o kadar organik ve gerçekçi hissettiriyor. Neo‘nun sıradan biri olması ama aynı zamanda öyle olmaması durumu, gerçeğin ne olduğunu sorgulaması, kimlik krizi yaşaması onu öyle bir evrende olabilecek en gerçekçi karakter yapan şeylerden birisi.
The Matrix’i bu kadar özel kılan bir diğer unsur da antagonist karakterimiz Ajan Smith. Karakter Neo’nun hem amacının hem de ideolojisinin tam zıttında konumlanmış durumda. Onu bir birey olmaktan bağımsız olarak filmde çatışmada olan diğer tarafta yani makinelerin bir temsili olarak görüyoruz. Kendisi insani duygulardan uzakta olmak isteyen yaratılış amacını bir an önce yerine getirmeyi arzulayan bir karakter. Bencilce ya da egoistçe bir amaca sahip olmaması, sadece yaratılış özüne uyması onu izleyicinin empati kurması çok kolay bir karakter kılıyor.
Değinmeye değer son unsur ise sinematografik yaklaşım. Hikaye anlatımı yanında The Matrix’i sinema tarihinde öncü kılan en güçlü yanı muazzam görselliği ve teknolojik açıdan deneysel diyebileceğimiz görsel efektleri. Öyle ki bir film olmaktan çıkıp görsel efekt endüstrisinde yol gösterici bir etkiye sebep oldu. Aksiyon sahnelerinde ağır çekimin yaratıcı kullanımı, gerçek üstü olayların o yıllara kıyasla mükemmel görselleştirilmesi bambaşka bir perspektif sunuyor. Sadece efektler aracılığıyla değil, gerektiğinde de kompozisyon kalıplarını kullanarak izleyiciye kadraj üzerinden hikaye anlatıcılığıyla izleyiciye farklı bir deneyim sunuyor.
Tüm bunların birleşimi benim gözümde “harika biçim bulmuş, kişisel ve aynı zamanda felsefi bir film” olarak nitelendirebileceğim bir deneyime dönüştü.
The Matrix 2 Ve 3 – Daha Büyük Hikaye Daha Az Felsefe
İlk filmin bende bıraktığı etkiyi tanımlamaya çalışmam yetersiz kalırdı ama devam filmleri aynı etkiyi yaratmadı diyebilirim. Her iki filmi ayrı ayrı değerlendirmeye çalışsam da aslında bu pek mümkün değil zira iki film de aynı yıl çıktı ve filmler arası hikaye hiç aralıksız devam ediyordu. Bu yüzden iki filmi bir bütün olarak ele aldım ve onlara devam filmleri olarak sesleneceğim.
The Matrix tek başına güzel iş ortaya koyan ve yeterli bir filmdi. Devam filmleri için işlerin daha da güzelleştiğini söylemek isterdim. İlk filmin aksine burada odak ana karakterimizden çıkıp birden çok yan karaktere bir ekibe ve komple bir şehrin durumuna kayıyor. Evet, evrenin detaylandırılması anlamında ilk filme kıyasla bu filmler daha çok iş yapıyor ama bence The Matrix’in felsefi boyutundan fedakarlık ediliyor. Daha büyük bir hikaye daha büyük olaylar zinciri bulunsa da biz filmde, sadece görsel efektten oluşan uzun bir savaş sekansı ile yine pek bir amaca hizmet etmeyen yüzlerce Smith klonuyla Neo’nun uzun yumruk dövüşü sekansını izliyoruz. Bunlar aksiyon anlamında izlemesi keyifli ama hikayeye katkısı neredeyse bulunmayan sekanslardı.
Bu kadar eleştirel yaklaştım fakat filmlerin tabii ki de ortalamanın çok üstünde olmadığını söyleyemeyiz. The Matrix evrenini detaylandırması, ilk filmde gördüğümüz felsefi yönün az da olsa devam ettirilmesi gayet güzel işlenmiş. Bu filmler de janrındaki diğer filmlere kıyasla çok çok iyiler ancak ilk filmin gölgesinde kaldıkları ortada.
The Matrix: Resurrections’a Giderken
On sekiz yıl sonra gelecek olan dördüncü filmin büyük handikapları var. Bu kadar uzun yılın ardından izleyici kitlesinin değişmiş olması, yapım stüdyolarının filmlere olan yaklaşımı gibi tepkisel konular filmin beklenildiği etkiyi yapmamasına sebep olabilir. Bir başka durum, cevaplar. Malum fragmanlar da yayınlandı ve hayranların yeni filmde görmek istedikleri bazı cevaplar var. Bu cevapların izleyiciyi tatmin edememesi durumu filme yaklaşımı olumsuz etkileyebilir. Son bir konu da deneysellik. Burada kastettiğim şey ilk Matrix filmi çıktığında döneminde görülmemiş görsellikler ve bambaşka bir bakış açısı sunuyordu. Evet, hikaye çok güzeldi ama bir kült olmasında bu deneysellik de önemli rol oynuyordu. Günümüze gelene kadar çok çok büyük yapımlar gördük. Görsellik anlamında filmlerde ve dizilerde yeni teknolojiler denendi. Yeni Matrix filmi günümüz filmlerinden ayrılabilen bir özelliğe sahip olabilecek mi, bu da önemli bir unsur.
Ama her ne olursa olsun heyecanım fazlasıyla büyük. Hem serinin devam ediyor oluşu hem de yirmi yıl öncesinden bugüne The Matrix fan kitlesini taşıyor oluşu beni heyecanlandırmaya yetiyor.
Bu yazıda sizlere belli bir bakış açısından The Matrix serisini analiz etmeye ve bu ay izleyeceğimiz yeni film öncesi bir bakış atmaya çalıştım. Umarım okurken keyif almışsınızdır. 24 Aralık’ta sinemada görüşmek dileğiyle, hoşça kalın.